Lacan'ın çalışmalarını 1930'lardan 1970'lerin sonuna kadar incelediğimizde teorik açıdan birbiriyle ilişkili, fakat yine de farklı, kavramları ele alışı açısından birbirinin içine akıp ilerleyen, ilerledikçe bazen kendisiyle çelişen, fakat daima derinleşen bir anlatım görüyoruz.
Vanheule’nin kitabı geçtiğimiz yazın en keyifli okumalarından biri oldu. Duru yazım tarzıyla Vanheule Lacan’ı İngilizce yazanlar arasında -belki Darian Leader’la birlikte- favori ismim. Bu kitabın Türkçesi çevirisi de mevcut. Kitapta psikozun Lacanyen teorideki yeri Lacan’ın öğretisinin farklı dönemlerde evrimleştiği farklı hallere göre, ayrı başlıklarda ele alınıyor. Teorik kitaplar okurken böylesi ayrımları çok yerinde buluyorum, çünkü tek bir Lacan’dan bahsetmek pek mümkün değil. Lacan’ı çalıştığını söyleyen kişilere de genellikle ilk sorum: “hangisini?” oluyor.
Örneğin, yine Vanheule’nin kitabı üzerinden ilerleyecek olursak, 50’ler öncesi Lacan’ın psikotik yapıda imgeselin öne çıkan rolüne vurgusunu görüyoruz. Doktora tezi ve Papin Kardeşler üzerine yazıları bu dönemin eserleri. İki eserde de sansasyonel kriminal vakaları ele alıyor.
50’lerin Lacan’ı ise babanın adını yeni formüle etmiş ve sıklıkla simgesel ve imgesel düzenleri diyalektik bir karşılaştırmaya sokup ilkinin ikincisine üstünlüğünün altını çiziyor. Bu dönem Lacan’a göre psikozun sebebi özel bir gösteren olan babanın adının hesaptan düşmesi. Écrits’deki metinleri çalıştığımız bir okuma grubunda bu dönem Lacan’ın epitom örneklerine rastlıyorduk.
Sonrasında gelen 60’ların Lacan’ı ise öğretisini yeni formüle ettiği obje a kavramı üzerinden yeni cümlelerle (temel mantığını koruyarak) anlatıyor. Bedendeki jouissance’a gelecek bir sınırdan ve obje a’nın Başka’ya atfedilmesinden (ki psikozda olamayan budur diyor) konuşuyor. Babanın adı özel bir gösteren olarak değil, özel bir biçimde kullanılan bir gösteren olarak ele alınıyor, bu sebeple artık “babanın adları” var, çoğul ifade geliyor.
Geldik en geç dönem Lacan’ına: 70’lerin Lacan’ı. Benim kişisel favorim de kendisi. Bu zamanlarda Lacan artık I, R ve S düzlemlerimden birinin diğerine üstünlüğünü tartışmıyor, hepsinin ayrılmaz biçimde iç içe geçtiğini, örneğin konuşma eylemininde de (S) jouissance (R) olduğunu söylüyor. Ona göre önemli olan da üçünün arasındaki bağlantı noktaları, kesişim alanları. Hem kavramları yerleştirdiği konum, hem de kendi düşüncesinde kazandığı esneklik açısından bu dönemin Lacan’ının 50’lerin Lacan’ıyla zıtlık içinde olduğunu düşünüyorum. 70’lerdeki Lacan, 50’lerdeki “babanın adı ya vardır ya yoktur” diyen siyah beyaz yaklaşımının aksine, psikoz ve nevrozu daha geçirgen, bazen kesişebilen iki kategori olarak ele alıyor. Yeni yaklaşımını anlatırken Yale Üniversitesinde konuk olarak gittiği bir oturumda kendisinin de psikotik olduğunu iddia edecek kadar ileriye gidiyor. Bir öğrencinin sözlerini ciddiye alıp gerçekten psikotik yapıda olup olmadığını sorması üzerine de “maalesef yeterince psikotik olamadım” cevabını veriyor.
Su Polat,
Eylül 2024
Comments