Melankoli maninin tersi değildir, tıpkı nefretin tersinin sevgi olmadığı gibi. Melankoli paranoyanın, nefret de sevginin ters yüz edilmiş halidir. Bu ikilileri mobius şeridinin farklı taraflarına konumlanmış ikizler olarak da düşünebiliriz.
“Psikanalistler nefretin sevginin tersi olduğunu iddia etme özgürlüğünü filozoflara ve ahlakçılara bırakmışlardır.
Durum hiç de onların iddia ettiği gibi değildir, hatta bu iki kavram birbirinin ters yüz edilmiş hali de değildir.
Melankoli maninin tersi değil, paranoyanın ters yüz edilmiş halidir, yani, bir mobius şeridini izlersek birinde zulmeden, düşmanlık gösteren (persécution) objenin kendiliğin en derinlerine atılıp onun ölümünü talep ettiğini, diğerinde ise aynı objenin başka’nın yüzeyine yansıtıldığını ve bu başka’nın ölümünü talep ettiğini görebiliriz.
Nefretin sevgiyle fenomenolojinin dışında herhangi bir ortak noktası yoktur.
Nefret, sevgi ve onun desteği olmadan var olur. Nefret arzunun ters yüz edilmiş halidir, Sevgi ise bir diğer zorlu bir tutku olan kayıtsızlığın ters yüz edilmişidir. Nefret hayatın diğer yüzüdür ve tersliklerle düğümlenir.”*
Bir önceki yazıda Lacan'ın çeşitli kavramları ele alırken iki boyutlu düşünceden üç boyutlu düşünceye geçmek istediği noktada anlatımına topolojik figürleri dahil ettiğinden, mobius bandının da bu bağlamda giriş düzeyindeki figürlerden biri olduğundan bahsetmiştim. Bir yüzeyinden yeterince ilerlendiğinde diğer yüzeyine ulaşılabilen mobius bandı iç ve dış arasındaki klasik tanımları ortadan kaldırır. İç'e dair olandan yeterince ilerlendiğinde dışsal olana ulaşılır, ve bunun tam tersi de geçerlidir. İç ve dış hem birbirine zıtlık oluşturan iki kavramdır, hem de bir noktada karışıp birbirinin içine akarlar. Lacan mobius bandını kullanarak kavramların zıtlıklarına olduğu kadar süreğenliklerine de vurgu yapar.
Mobius bandını kullanarak bir süreğenlik ilişkisi içerisinde inceleyebileceğimiz kavramlardan ikisi melankoli ve paranoyadır. Melankolik durumlar duygusal içeriklerine bakılarak sıklıkla manik hallerin tersi gibi düşünülür, fakat esasında melankolinin işleyiş prensibine baktığımızda bu algının yanlış olduğunu görürüz. Melankoli maninin değil, paranoyanın ters yüz edilmiş halidir. Bu iki kavramı bir mobius şeridinin iki ayrı ucuna yerleştirilmiş, birbiriyle hem zıtlık oluşturan, hem de birbirine oldukça benzeyen ikizler olarak düşünebiliriz.
Hem melankolide hem de paranoyada kişi kötü objeyi en tehdit edici haliyle deneyimler. İkisinde de kötü obje en talepkâr, sesi en yüksek çıkan halinde yıkım ister. Hem melankoli hem de paranoya bu duruma çareyi imgesel ''ben-başka'' hattında arar. Bu hat üzerinden ikisinin sunduğu cevap iki zıt taktiktir. Melankolik durumdaki kişi kötü objeyi kendi benliğinin derinliklerine atar, dolayısıyla yıkıcılığı kendisine döndürür. Kötü obje artık kendisi olduğundan amacı kendisini yok etmek olur. Bu durumun en acı sonucu melankolik intiharlar olur.
Paranoyada ise kötü obje ben’den uzak tutulur ve onun yapısal ikizine, başka’ya yansıtılır. Bu yansıtma yapılınca artık tehditkârlığın ve yıkıcılığın benlikle bir ilişkisi kalmaz. Ben olan sadece iyi temsillerin tutulduğu bir alan olarak deneyimlenir. Tam tersi olarak başka olan paranoyağın zihninde zarar vermek isteyen, kötü niyetlerle dolu bir temsilde tutulur (Lacan seminerlerinin bazı noktalarında Melanie Klein'ın bakış açısına atıfta bulunur, iki psikanalistin bu noktalardaki görüşleri benzerdir). Paranoyak kişinin sürekli olarak birilerinin ona zarar vereceği, belki de onun ölümünü istediği algısı temelde böyle bir yapıya sahiptir. Ben'le başka arasındaki imgesel fark açıldıkça paranoyak kişinin zorlantısı da artar. Hatta, zorlantının en tırmandığı noktalarda başka olanın vereceğine inanılan zararlardan korunmanın yolunun bu başka'yı yok etmek olduğuna inanılabilir, tıpkı Lacan'ın doktora tezinde ele aldığı Aimée vakasında olduğu gibi.
Sonuç olarak, melankoli ve paranoya, varlığı kişi için oldukça acil ve katlanılmaz bir durum haline gelebilen kötü objeyle ne yapılabileceğine dair iki aynı yapıda, fakat birbirine zıt taktikler bütünüdür. Benlik ve benliğin aynadaki aksi, yapısal benzeri olan başka iki durumda da söz konusu objenin yansıtıldığı birer kanvas olur. İki durumda da siyah-beyaz bir yaklaşım vardır: kötü obje ya tamamen birinde, ya da ötekindedir. Kişi normal ruhsallığın sınırları içerisinde kalan gri alanlarda bulunmaz.
Tıpkı melankoli ve paranoya gibi, nefret ve arzu da birer mobius ikizi olarak düşünülebilir. Toplumsal söylemde sıklıkla tıpkı melankolinin zıttının mani olduğunun zannedilmesi gibi, nefretin zıttının da sevgi olduğu söylenir. Fakat bu algı yanlıştır. Nefretle sevgi arasında fenomenolojik, yani anlamsal bağlar çizmek mümkündür belki, fakat işleyişleri incelendiğinde durumun böyle olmadığı görülür. Sevginin tersi kayıtsızlıktır. Nefret ise arzunun ters yüz edilmiş halidir.
Arzu, obje a'ya söz içerisinden ulaşmaya çalışma halidir. Arzuda obje a'ya duyulan tutku ön plandadır. Özne yeterince çabalarsa bu gizemli objeye ulaşabileceği yanılgısını yaşar. Bu oldukça verimli yanılsama özne için simgesel düzen içerisinden gerçekleştireceği eylemlerde itici güç olur. Özne kendisini çabasında var eder. Zıt bir duygusal değerlik içerisinde aynı durum nefret için de geçerlidir. Katılaşmış, gerçek nefret (daha yüzeysel egosal nefretlerden farklı olarak), objesine sabitlenmiş durumdadır. Nefret objeye tutkulu bir yöneliştir. Kesin bir şekilde objenin yok olmasını diler. Bu açıdan bakıldığında arzu ve nefret birbirine benzeyen, fakat aynı zamanda zıtlık oluşturan iki farklı kavramdır. Arzu hayata, yaşamaya yönelirken nefret yok etmeye, ölüme dairdir.
*Yukarıda verilen alıntı Thierry Florentin’ın La Revue Lacanienne’in 24. Sayısında yayınlanan « Trempée dans lalangue » isimli makalesinden yapılmıştır. Orjinali:
« Les psychanalystes ont laissé aux philosophes et aux moralistes la liberté de prétendre que la haine était le contraire de l’amour.
Ce n’est pourtant pas le cas, pas plus qu’elle n’en est son envers.
La mélancolie n’est le contraire de la manie, mais l’envers de la paranoïa, suivant en cela une bande moebienne le long de laquelle l’objet source de la persécution est tantôt introjecté au plus profond de soi-même, réclamant la mort, et tantôt projeté au-dehors sur la surface d’autrui, exigeant sa mise à mort.
La haine n’a aucune commune mesure avec l’amour autre que celle de la phénoménologie. (…)
La haine se passe bien de l’amour, et de son étayage. La haine est l’envers du désir, l’amour, lui, a pour envers l’indifférence, autre passion redoutable. La haine est l’envers de la vie, et se noue de ses revers. ».
Su Polat,
Ekim 2024
Comments