Ressam Albert Müller postpartum depresyonu yaşamakta olan eşi Anna'yı resmettiği tablosunda Anna'nın odanın, yani ruh halinin tutsağı olduğunu yansıtıyor.
Albert Müller'in ''Anna'nın Portresi'' (Bildnis Anna) adlı eserine İsviçre'nin Chur kentindeki Bündner Resim Müzesinde rastladım. Anna'nın üzgün bakışları yeşil ve kırmızının kontrastıyla birlikte hızlıca dikkatimi çekti. Tabloyla ilgili bir parça araştırma yaptığımda Müller'in Anna ve içinde bulunduğu dar oda üzerinden depresyonu anlatmakta olduğuna emin oldum. Eşi Anna'yı sık sık modeli olarak kullanan Müller, söz konusu tabloda Anna'nın ikizlerine doğum yaptıktan sonra depresyona girdiği döneme odaklanmış. Anna’nın sabitlenmiş bakışı, odanın darlığı, oturma yerlerinin bir noktada vücuduna karışıyor olması, dış dünyanın onun için kapalı olduğunu simgeleyen kapalı pencereler Anna’nın odanın (ruh halinin) tutsağı olduğunu hissettirmek için yapılmış. Üçgen kompozisyonunu ve renk kullanımını bir hayli keyifli bulduğum tablo bana kalırsa izleyicisine Anna'nın yaşadığı sıkışmışlık hissini - ya da daha kesin olmak gerekirse: bu hissin Müller'in algısından, imgesel filtresinden geçmiş halini - oldukça başarılı bir şekilde iletiyor.
Peki gündelik yaşamda sıklıkla kullanılan, 90'lardan beri televizyonda, şarkılarda duyduğumuz bu kelime, ''depresyon'' nasıl bir kullanıma sahip?
Hook ve Vanheule'ye göre* ''depresyon'' içinde yaşadığımız çağda artık temel bir gösterendir. İster tanısal bir etiket, sosyo-medikal söylemin merkezinde bulunan bir kavram olarak ele alınsın, ister bir çeşit tecrübe, tanıdık, kültürel bir anlatı halinde sunulsun, ''depresyon'' günümüzde hem klinik hem sosyal anlamda kaçınılmaz hale gelmiş, biçimsiz, pek çok niteliği kapsayabilen, yaygın kullanımı arttıkça bir nevi içi boşalan, giderek sorguya kapanan bir kavram olmuştur.
Depresyona dair kısa bir Lacanyen giriş yapacak olursak, Lacanyen psikanalizin ''depresyonun'' modern toplumda temel bir gösteren oluşuyla kazandığı bu biçimsizliğin ötesinde bir okumasını yaptığını söyleyebiliriz. Lacanyen bir klinik çalışmada öznenin (ya da bazen özneliğin kurulumu gerçekleşmediyse ''kişinin''), Başka’yla ilişkisinde edindiği pozisyonun veya jouissance’ını kendisinden yeterince uzakta tutamamasının getirdiği açmazlara odaklanılır. İnsanı konuşan bir aygıt olarak dil, bir yerde güçsüz kalmış, yeni bir artikülasyon oluşturamamıştır. Klinik çalışma bu artikülasyonu mümkün kılmayı amaçlar.
Örneğin, Anna'nın durumuna hayali bir açılım getirecek olursak, onun, ikizlerinin doğumundan sonra edinmesi beklenen yeni pozisyona, yani anneliğe dair çeşitli açmazları olduğunu söyleyebiliriz. Bakım veren olmak çocuk için Başka konumunu edinmeyi gerekli kılar. Bir kişinin bu konuma yerleşmesi zamanında (belki de hala) kendisi için bu konumun temsilcisi olmuş olan kişilerle, yani kendi bakım verenleriyle - ya da aklında onlara dair tuttuğu imgelerle - olan ilişkisine bağlıdır. Tıkanıklığın kaynağı belki de bu kısımlarla ilgili henüz söze gelmeyen, artiküle edilemeyen çeşitli yaşantılarla ilgilidir. Klinik bir çalışma da bunu mümkün kılmaya odaklanacaktır.
*Derek Hook ve Stijn Vanheule'nin ''Lacan on Depression and Melancholia'' isimli kitabının 2023 basımından alıntı yapılmıştır.
FotoÄŸraf: Chur, 2024
Su Polat,
2024
Comments